İstanbul, efsane bir şehir. Doğal güzellikleri, efsaneleri, tarihi yer ve yapıları, Boğaz’ı, hanları, hamamları, ama bunların içinde en çok da el değmemiş olanları güzel. Yani güzel kalmayı başarmış olanlar. Çünkü elimizi nereye atsak, nereye dokunsak rant ve zenginlik anlayışıyla, gösteriş ve hırsla korumaktan çok yok etmek, sürdürmekten çok yıkmak anlayışıyla mahvetmişiz.
İstanbul’un tarihi önemi, yapıtları, yaşanmışlıkları dolayısıyla hep bir kültür başkenti olarak kalması gerektiğini düşünmüştüm. Ne bu kadar kalabalığı hak ediyor, ne tüm sanayinin, tüm ticaretin burada işleyip insanların geçimlerini burada kazanmaları gerekmesini. Bütün bunlar için de ciddi bir altyapı, üstyapı, yollar, binalar, iş merkezleri, araçlar, insanlar, okullar… Çıldırasıyla bir yoğunluğu hak etmiyor İstanbul.
Çünkü metro çalışması yapıyorsunuz, binlerce yıllık antik bir kent fırlıyor önünüze. Yeni bir güzergah belirlemeye çalışıyorsunuz; binlerce yıllık, o dönemlerden kalma kullanılan arkeolojik kalıntılara rastlıyorsunuz. Bölgenin geçmişi birkaç yüzyıl daha geri gidiyor, tarih yeniden yazılıyor. Varsın sanayi şehrin dışında olsun, üretim ve iş olanakları Türkiye’nin kocaman ve uçsuz bucaksız alanlarına yayılsın. Evet, bunun için artık çok geç. Giden çoktan gitmiş elimizden. Bari kalanı koruyalım? Yok, o da yok…
İstanbul, üzerine bütün dünyanın kavga ettiği, bu kavga dolayısıyla kalan tarihi değeriyle başka hiçbir ülkede olmayacak kadar kıymetli eserlerin kaldığı bir şehir. Bu açıdan İstanbul, bize korumamız gereken bir insanlık mirası. Üç büyük imparatorluğa başkentlik etmesi bir kenara, Roma’ya gelince bunu çok daha iyi anlıyorsunuz. Dünya medeniyetinin en önemli parçası Roma İmparatorluğu’dan kalanlar hala muhafaza ediliyor.
M. S. 27 yılında yapılan Kolezyum bile çok yıpranmış, içinde pek kalıntı kalmamış olsa da hala dimdik ayakta. Binlerce turist çekiyor, her gün kapısında saatlerce sıra bekleniyor. Şu an yalnızca sınırlarımız içinde olduğu ile övünebileceğimiz (!) Efes gibi ama elbet daha tarihi, o dönem şehrin ticaret, hukuk ve yaşam merkezi olan Roma Forumu’na bakıyorsunuz, o da aynı şekilde. Biz ise yok etmeyi, içinde çeşitli gösterişli kutlamalarla tahrip etmeyi, üzerine kat atmayı, yıkıp cafe restaurant haline getirmeyi daha çok seviyoruz böyle yerleri. Çünkü anlayışımız şöyle: “Nedir kardeşim, bir sürü çanak çömlek!”
Eminönü’ndeki Büyük Valide Han’ı duymuşsunuzdur. Tepesinde muhteşem bir Boğaz manzarası olan, fakat şimdi çatısında oluşan deliklerle gündeme gelen. Habere göre kubbeleri, hanın tepesine fotoğraf çektirmek için çıkmak isteyenlerce tahrip edildi. Şimdilerde yeni moda olan “zıplayarak” fotoğraf çektirme akımını 350 yıllık, Osmanlı’nın en büyük hanının üzerinde gerçekleştirerek kubbeleri çatlatanlar, büyük delikler oluşturanlar umarız ki ellerinde paylaşacakları güzel kareler yakalamışlardır da tarihi yok etmelerine değmiştir.
Turizm Bakanlığı tarafından yıllar önce “Can, mal ve çevre güvenliği açısından bu alan süresiz olarak kapatılmıştır” yazılmış, fakat yıllardır ne bir önlem ne bir restorasyon çalışması yok, ki levha öylece dururken hanın bekçilerine 1 TL vererek yukarı çıkanlar, gönülleri nasıl isterse öyle hareket edebiliyor. Kubbelerdeki en büyük zarara ekip olarak, katalog çekimleri için ağır malzemelerle çıkanların, hatta film sahnelerine bile yer verenlerin sebep olduğu söyleniyor. Böylece görsel tanıtımla güzel fotoğraf çekme özlemi olanların akınına uğratılmış. İş iyice ticarileşmiş yani.
Han, 17. yüzyılda Kösem Sultan tarafından yaptırılmış. Kösem Sultan, büyük oğlunun ve torununun saltanatında ilk yıllarda naiplik (Tahtta hükümdar olmadığı zaman veya hükümdarın çocukluğu sırasında devleti yöneten kimse) görevini üstlenmiş, Osmanlı tarihinin en güçlü ve en zengin kadınlarından biriydi. Efsaneye göre, Kösem Sultan’ın gizli hazinesi bu hanın bir köşesine saklanmıştır. 366 adet hücre olduğu söylenen han, o dönem ticaretin çok önemli bir noktasıydı. Biz böylesine önemli bir noktayı bu hale getirdik anlayacağınız. Eh, yetkililer James Bond’a Kapalıçarşı’nın çatısında motosiklet kullanma izni verirse, millet de olur olmadık yerde hoplayıp zıplar tabii.
Bu Roma’da yaşansaydı, neler olurdu merak ediyorum. Zira herhangi bir tarihi binaya veya duvara bile gayrıihtiyari anlık yaslandığınız zaman, polisi de askeri de sokaktaki adamı da binadan uzaklaşmanız için sizi uyarıyor. Kimse “Amaaan canım sen de. Ne olacak, boşver veya bunu nasıl paraya çeviririm” gibi düşünmüyor. Yani biz her daim mirasın üzerinde tepinip onu yok ederiz, başkaları ise elleri üstünde tutup, her gün kıymetinden nasiplenir. Biz böyle yaptık, böyle oldu…
Hakan Aytaç
Instagram: hakanaytac
Twitter: aytachakan